Dibek Pastanesi, Erenköy Divan Cafe’nin sokağında yer alan bir aile işletmesi…
Genelde bu tarz küçük Pastaneler için, “Beyaz Fırın, Pelit, Divan gibi zincir pastanelerin sunduğu ürün kalitesinin, tadının ve çeşitliliğinin yanına yaklaşamaz” diye bir inanış vardır ya… İşte bunun aksini ispatlarcasına, tanıdığım ilk günden beri her seferinde aynı kalite, aynı lezzet ve sahipleri tarafından aynı sıcak karşılamayla insanın hem midesine, hem ruhuna huzur veren bir mekan.
Fevzi Gülen ve oğulları tarafından kurulan ve 33 yıllık bir geçmişe sahip olan Dibek Pastanesi, her gün sabah 5’lerden, taaa akşam 22:00’lere kadar hizmet veriyormuş.
Mekanın bu derece sevilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi de,lezzetli ürünlerinin yanında, sahibi olan kardeşlerin her zaman işlerinin başında duran, güler yüzlü ve hatırlı insanlar olması ve çalışanlarını da aynı şekilde saygılı insanlardan seçmeleri…
Yoksa dünyanın en iyi yiyecekleri olsa, garsonları suratsız, kasiyeri selam vermekten imtina eden tipler olunca, benim içimden öyle mekanlara uğramak gelmiyor doğal olarak…
Yakınındaki Erenköy İlkokulu’na çocuklarını bırakmak, ya da sonrasında almak bahanesiyle gelen anneler- babalar mı dersiniz, Pazar kahvaltılarının keyfini aile çıkarmak isteyenler mi, öğle arası, kuşluk vakti, 5 çayı derken, mekan ne zaman uğrasam, devamlı yoğun olarak çalışıyor.
Tazelik onlar için çok önemli. Bu sebeple her şeyden gerçekten günlük ve sınırlı sayıda hazırlıyorlar. Buna şuradan emin oluyorum ki, ne zaman akşama doğru saatlerde sipariş vermek istesem, o bitmiş, bu bitmiş oluyor, hatta bazen ciddi ciddi teessüf ediyorum bu duruma ama diyorum ya her şey günlük her şey taze olunca bu durum da kaçınılmaz tabi:)
Tuzlu pizza ve mini poğaçaların hepsi birbirinden bol malzemeli ve lezzetli. Bu bile benim için inanılmaz bir nimet… Hele bir Beyaz Peynirli Mini Poğaçaları var ki…Enfes… Kıymali pastane pideleri de çok başarılı… Aynısının peynirlisi de var. Su börekleri de çok iyi…
Minik pizzalardan sosisli, kıymalı, kaşar peynirlisinden sipariş veriyorum bulursam… Yanına da belki bir kaç saçaklı… Bazıları da “sakallı” diyor buna… Bu ismini yeni duydum çok komik, kim bulduysa artık:)
Bunca enfes tuzlunun yanında, genelde buradan pek tatlı almak aklıma gelmiyor . A ama yalan olmasın Ay çöreğini de beğeniyorum, hafif ısıtınca sütle harika gidiyor. Bir kaç kez de Hindistan Cevizli Koko ve Beze almışlığım var Kayınvalideme… Sütlaç ve Kazandibi de eşimin favori tatlıları…
Ama “pasta” anlamında bir tatlı almışlığım herhalde ya bir ya iki seferdir nedense sıra onlara gelemiyor bir türlü…
Geçenlerde tezgahta dizilmiş sıra sıra Çilekli Milföy’le göz göz gelince, “beni de al” der gibi bakışlarına kayıtsız kalamadım ve “Bir tane deneyelim bakalım” dedim.
Meğer benim her yerde deli danalar gibi aradığım o “Alman Kreması”na en yakın tat, Dibek’teymiş? Nasıl da taze ve çıtır çıtırdı. Tabi bir pastayı yarım yarım paylaşınca, dişimin kovuğuna bile yetmedi, hemen gidip 2.sini aldım. Başka bir şey için olsa, üşenir değil mi insan? Ama konu taze ve leziz bir çilekli pasta ise, asla:)
İşin gıcığı, o gün bu gündür, akşam yemeğinden sonra, “bir tatlı mı yesek acaba” diye evin içinde vızır vızır bir şeyler aranırken, “ah buldum Çilekli Milföy!!!” deyip, arıyorum bu dükkanı sipariş vermek için, ama yok yok yok. Akşama kalmıyor bu edepsiz pastadan… Bu kez daha da ulaşılmaz ve değerli oluyor.
Hiç bir şey bulamayınca da “Naapacan”? Nutella’ya dalacan kaşıkla:) E ama oldu mu şimdi? Bu sefer de “içim bayıldı tatlıdan… Tuzlu bir şeyler olsa keşke ya, ne çektim ben” derken, kaşla göz arası koca Doritos paketini açmışız bile.. “Ama bu da çok tuzlu geldi içim yandı” derken, bi’ tatlı- bi’ tuzlu, amanın bi’ bakıyorsun ki göbeğin düğmeleri zorluyor artık:)
Keşke bir Çilekli Pastayla kapatsaydık akşamı, tadı tuzu tam kıvamında… Ne güzel olmaz mıydı ama? 🙂
Osmanlı Mutfağı Workshop’ından Hünkar Beğendi ve Mücver Tariflerini sizlerle adım adım fotoğraflarıyla paylaşmıştım. İşte o günün menüsündeki son şaheserimiz: Ayva Tatlısı…
Şahsen Ayva yerine bir Kabak Tatlısını tercih ederdim ama hazırladığımız bu tatlıları da kıymetini takdir edecek şahsiyetler olan Sevgili Kayınvalideme ve çok değerli Komşularıma hediye ettik, pek memnun oldular sağolsunlar:)
Ayva genellikle Kış aylarının meyvesidir biliyorum ama maşallah Nisan ayının ortasında hala dışarısı buz gibi olduğuna göre, tarifini vermekte henüz geç kaldığımı düşünmüyorum, haksız mıyım bilemedim:)
KAYMAKLI AYVA TATLISI
(1 Kişilik)
Malzemeler:
1/2 Adet Ayva
1/2 Adet Elma
1 Su Bardağı Toz Şeker
1-2 Damla Kırmızı Gıda Boyası (İsteğe Bağlı)
3-4 Tane Karanfil
1 Adet Çubuk Tarçın
1 Adet Yıldız Anason
3-4 Adet Kakule
2 Yemek Kaşığı Manda Kaymağı
İlk iş olarak, Elma ve Ayvamızın kabuklarınızı soyalım.
Ayvanın ortasını iyice temizleyelim ama çekirdeklerini atmayıp, kenara ayıralım, az sonra renk vermesi için tencereye koyacağız çünkü:)
Elmayı rendeleyelim.
Şimdi Ayvayı bir tencereye alalım.
Şeker, baharatlar ve Ayva çekirdekleriyle birlikte, tencereye, Ayva hizasına gelecek kadar Su ilave edelim.
Kırmızı Gıda Boyasından 1-2 Damla ekleyelim
Tencerenin üzerini örtecek şekilde bir Aluminyum folyo keselim ve Tenceremizin ağzını bu Aluminyum Folyo ile kapatalım.
Tencereyi, bu şekliyle orta ateşe alıp, Su kaynama noktasına gelince ateşi kısalım.
Yaklaşık 20-25 Dakika boyunca, Ayva yumuşayana kadar pişirelim. Bu esnada da Fırınımızı 190 C Dereceye ısıtalım.
Ayva Yumuşayınca bir fırın tepsisine alalım.
Kullandığımız Tencere “metal saplı” olduğu için, fırına girmesinde sorun olmadığından, biz bu çalışmada aynı tencerede işlemlere devam ettik. Ama bunu çok tavsiye etmem, çünkü sonra o edepsiz metal sapının sıcak olduğu unutulup da eldivensiz tutulunca, herkesin elleri yandı malesef… Silverdin diye bir yanık ilacı mucize gibi geldi hepimize:) Meğer bu merhem, tüm şeflerin, mutfak önlüklerinde taşıyacak kadar sık kullandıkları bir hayat kurtarıcıymış.
Şimdi fırın kabına aldığımız ayvanın ortasındaki çukura, rendelediğimiz Elmayı yerleştirelim
Üzerine suyundan da ekleyip, Elma ve Ayva iyice karamelize olana kadar, yani yaklaşık 15-20 dakika fırınlayalım.
Bu sırada tencerede kalan suyunu da, ocakta sos kıvamına gelip, koyulaşana kadar kapak açık olarak, orta ateşte çektirelim.
Ayva Tatlısı soğuyunca, üzerine kaymak ve koyulaştırılmış sosundan döküp, afiyetle yenmesi için servis edelim:)
Sizi daha önce Tiyatro Kılçık’la tanıştırmış ve keyifle izlediğim oyunlarından bahsetmiştim hatırlarsanız… “Unutur muyuz daha dün gibi aklımızda” dediğinizi duyar gibiyim kuzularım… “Duyar gibiyim Kuzularım” mı? Ah bir bilseniz, nasıl dilimize yapıştı bu tatlı tabir:) Nedenini anlamak için bu Çarşamba Fox TV’de yayınlanacak olan Güldür Güldür’ü izlemeniz yeterli.
Nerde kalmıştık? Heh! Tiyatro Kılçık… “Bir kere daha göz atmaktan zarar gelmez” diyenleriniz için de, “Düğünde Panik” ve” Tanıyor Olabileceğin Kişiler” oyunlarından izlenimlerim işte tam burada 🙂
Çocukluk arkadaşım Cenk Tunalı’nın fikri olarak bundan taaa 13 sene önce hayata geçen ve geçmişinde Demet Evgar, Şebnem Bozoklu, Çağlar Çorumlu gibi isimlerin de görev aldığı Tiyatro Kılçık ekolünden yetişen iddialı ekipler sayesinde, başarılı Tiyatro oyuncularımıza her geçen gün yenilerinin eklendiğini görmek mutluluk verici…
Bu isimlerden birisi de “Onur Atilla”… Ortaokul’dan beri öğrenim gördüğü okulların Tiyatro Kulüplerinde aktif görev alan ve oyunculuğa gönül verdiği her halinden belli olan, sahnede rolden role giren ve hepsini de olması gerektiği doğallıkta sergileyen bu genç oyuncuyu, Tiyatro Kılçık sayesinde tanıdıktan sonra, Fox TV’de Güldür Güldür isimli komedi skeçlerinden oluşan bir programda yer alacağını duyunca, ilk bölümünün yayınlandığı o Çarşamba akşamını, inanın sabırla bekledim.
Aynı konseptte daha önce farklı kanallarda “Beşer Beşer”, “İnsanlar Alemi” gibi farklı isimlerle yayınlanan programın oyuncularından Yalan Dünya’nın Tülay’ı; İrem Sak ve Bünyamin’i; Okan Çabalar, ilk aklıma gelen isimler…
Şimdi ise Güldür Güldür adıyla yeni kanalında, yine Ali Sunal’ın sunumuyla gerçekleştirilen ilk bölümü, ağlak dizilerden gına gelen ben ve benim gibi TV karşısında gülmeye hasret pek çok izleyiciden geçer not aldı ve çok beğenildi.
Ben bile bu uğurda, izlediğim tek yerli drama olan, ama senaryosu artık gittikçe sarpa sardığı ve konuyu dallandırıp budaklandırmak için bin bir taklalar atıldığı için saçmalaşan Kuzey Güney’i, Sevgili Kıvanç Tatlıtuğ ve Zerrin Tekindor’a rağmen, yayınlandığı akşam izlemek yerine, daha sonra Digitürk Plus sayesinde, bir ara fırsat bulursam Ipad’imden atlaya atlaya göz atıyorum, düşünün artık! Unutmadan Beyaz Show’da yayınlanan, Beyaz’ın rol aldığı ve Kuzey Güney’i 2 dakikada özetlediği skeçi izlediniz mi? O tam bir efsane kaçırmayın:)
Yönetmenliğini Meltem Bozoflu’nun üstlendiği ve format olarak, günlük hayatta yaşanan olaylara farklı bir bakış açısı ile yaklaşılan BKM yapımı komedi-tiyatro show’u “Güldür Güldür”de; Ali Sunal ve Onur Atilla’ya ilaveten, Çağlar Çorumlu, Onur Buldu, Doğa Rutkay, Aziz Aslan, Şirincan Çakıroğlu, Doğukan Polat, Hande Dane ve çiçeği burnunda evli, komik çift Alper Kul ve Aylin Kontente gibi kalabalık bir oyuncu kadrosu sahne alıyor.
Hepsi genç ve birbirinden yetenekli bu ekiple, kesinlikle izlenilmeyi hak eden Güldür Güldür’ün kahkaha dolu çekimlerini canlı izleyebilmek için geçen Pazar akşamı saat 20:00’de özel davetlisi olduğumuz BKM’de yerimizi aldık.
TV karşısında izlerken, Ali Sunal’ın skeçler öncesinde soru sorup, sohbet ettiği kişileri, ne yalan söyleyeyim ki, cast ekibinden insanlar, yani bildiğiniz “set-up” sanıyordum. Oysa gittim ve yerinde gördüm ki meğer, hepsi normal izleyiciymiş ve öncesinde hazırlanan hiç bir kurgu yokmuş.
Ali Sunal, sahneye çıkıp sadece “aranızda hiç şöyle şöyle bir şey yaşayanınız oldu mu?” diye soruyor ve salondan parmaklar kalkıyor. Aralarından birine söz veriyor ve soru cevap karşılıklı konuşurlarken, bir bakıyorsunuz ki ortaya çok komik dialoglar çıkmış bile. Bunda Ali Sunal’ın içten tavrı ve aldığı cevaplar karşısında verdiği komik tepkileri çok etkili tabi… Neler neler anlatan oldu inanamazsınız. Hepsini bu Çarşamba akşamı tekrar izlemek için sabırsızlanıyorum. Geçen haftaki programın konukları Erdem Yener ve Bedük’tü… Alper Kul’un yandan sahneye girişine bakar mısınız? Tam bir çılgın! Eşi Aylin Kontente de ondan geri kalmıyor, birbirlerini nasıl da bulmuşlar, kahkahalar eksik olmuyordur herhalde evlerinde:)
Bir küçücük spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum ama farz edin ki, programın tanıtım videosunu gördünüz, ne yapayım:) Şöyle ki, “aranızda hayvansever var mı” sorusuna başına geleceklerden habersiz el kaldıran iki arkadaş az sonra bir inek kostümüyle sahnedeki oyuna dahil edildiler. Daha sonra başka bir skeç öncesi sorulan, “aranızda mükemmeliyetçi, fazla detaycı biri var mı?” sorusuna “içimden “Ben! Ben!” deyip dursam da bunu gördükten sonra ben daha el kaldırır mıyım? Aman Aman 🙂
Sahnede hepsi devleşen ve yaklaşık 3,5 saat boyunca çok iyi bir performans sergileyen isimlerden Alper Kul, Onur Atilla, Onur Buldu ve Doğa Rutkay, o akşamki oyunda benim en favorilerim oldu. Onur Buldu da, adaşı Onur Atilla gibi bazı sahnelerde sadece gözleriyle bile insanı çok güldürebilen çok yetenekli bir genç oyuncu…
Programı izleyince, zaten fark etmemeniz mümkün değil. Özellikle ilk bölümdeki mirasını açıklayan yaşlı Baba ve sonraki Küpeli Kız tablosu rolündeki performansını kaçırmamanızı şiddetle tavsiye ederim:)
Her hafta yaklaşık 3,5 saat süren ve Beşiktaş Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen çekimini, eğer siz de bizim gibi canlı izlemek isterseniz, biletleri Biletix ve BKM gişelerinden edinebilirsiniz.
3 ana öğün arasında 3 de ara öğün yenilmesi önerilir ya uzmanlar tarafından… “Aman Ana öğünü becerdik de ara öğünü kusur kaldı, hem ben sabah iyi bir kahvaltı edip, akşam yemeğine kadar da acıkmıyorum ki” diyen, o adını vermeyeceğim insanlardan olmayın siz de ne olur. (Annem ve babam:)
Sabah bir kahvaltıları var ki, biz onu sadece Pazar Brunchlarında yaptığımızda bile çok geliyor.
Tereyağları, Ballar, Kaymaklar, her yöreden Peynirler… Tüm bunlara ilaveten illa ki annem yanına bir de Börek ve Kek yapar haftada en az bir kere… Yahu o dediğin kırk yılda bir yapılır. Yok! İlla ki olacak, “Baban Ispanaklı Börek istedi”.
İşin daha da komiğini söyleyeyim de esas bombayı duyun… Tüm bunlardan sonra babam, gidip kendine bir kase getiriyor mutfaktan… İçine en üst sınırına kadar Cornflakes dolduruyor, 1 yemek kaşığı toz şeker ve üzerini örtecek kadar da Süt.
Gözlerime inanamıyorum. “Ama bu tamamen ayrı bir öğün… Kahvaltının üzerine yenir mi? Hem ne gerek var bu kadar şeker kullanmaya? diyorum. Çok konuşmamdan hiç hoşlanmıyor ve cevap olarak sadece “Seviyorum ama ” diyor ve afiyetle bitiyor karşımda… Afacan bir çocuktan hiç farkı yok o anda benim gözümde:)
“Bu kadar iştahlı birisi olduğuna göre, bütün gün dışarıda da kim bilir neler neler yiyordur” diye düşünüyorsunuzdur değil mi? Neredeyse hiçbir şey… İnanılmaz ama evet. Dışarıda bir şey yemeyi hiç sevmez. Annemin leziz yemeklerinden sonra, dışarıda gün içinde yenilecek fast foodlara vs. hiç dönüp bakmaz.
Akşam geldiğinde ise yine Çorbası, Salatası, en az 3 çeşit Ana yemeği, Zeytinyağlısı ve üzerine illa ki Tatlısı olan kallavi bir yemeğin ardından, sofradan kalkar kalkmaz hemen 2 kilo kadar miktarda, mevsimine göre sevdiği meyvelerden soyar. Ben şok halde izlerim. Neden hala şok oluyorum bilemiyorum, oysa bu çocukluğumdan beri hep böyleydi. Ama hatırlarsanız, o zamanlar meyve; ne zaman ve ne kadar yenilirse yenilsin, çok sağlıklı bir şey diye bilinirdi. Şimdi ise bazılarının şeker miktarı çok yüksek olduğu için, çoğu insana hiç tavsiye bile edilmiyor mesela.
Bana inanmıyor, ciddiye almıyor diye, ona uzmanların açıklamalarını okuyorum. Artık o anda “Yemekten hemen sonra yenilen meyvenin, midede fermantasyona yol açarak, bir nevi alkol etkisi yaptığından” mı bahsetmiyorum, “Kan şekeri dengesini korumak için Meyvenin, ayrı bir öğün olarak yemekten minimum 2 saat sonra yenilmesinden” mi… Ama yok, “Bana mısın” demiyor:)
Ben bu durumun sadece benim ailemle ilgili özel bir durum olduğunu sanırken, geçenlerde bir ortamda bayağı kilolu bir teyzeyle tanıştık ve sohbete başladık. Meğersem kızı TV’deki kadın programlarına filan da ara ara davet edilen bir Diyetisyenmiş. Utana sıkıla konuyu kendisi açtı ve dedi ki: Siz şimdi bana bakıp diyorsunuzdur ki, iyi bir Diyetisyen olsaydı, önce kendi annesini inceltirdi ama durum öyle değil işte”. “Neden peki?” dedim. “O benim kızım olduğu için, önerilerini ve yazdığı diyet listelerini ciddiye almıyorum, oysa bana bunu bir başka doktor ya da diyetisyen, paraları bol bol bayıldıktan sonra söylese, o zaman işte söylediklerini aynen uygulardım.” dedi. Ne ayıp di mi ama? 🙂
Hele bir başka yakın arkadaşım var ki, geçenlerde telefonda anlattı, gülmekten gözlerimden yaş geldi. Dünyaaaaa tatlısı bir annesi var. Ben de tanıyorum, gerçekten tam bir TV karakteri olacak huyları var. Mesela bir yemek tarif edişi var ki… Evlere şenlik! Diyelim arkadaşım soruyor: “Anne bu Fasulye çok güzel olmuş, nasıl yaptın?” Anneden cevap: “Aman yaa, ne var onu yapmakta. Al işte fasulyeyi, bi yıka şöyle. At tencereye. Suyu, salçası. Bitti gitti, nedir yani?”
Aynı Anne, şeker rahatsızlığı olmasına rağmen, aklı mutfaktaki Baklavada kalınca, gidip gelip bir gecede bir kilo baklavayı eşiyle birlikte bitirirken, her bir dilimden sonra da şeker ölçümü yapıp, kendininki yükselip, eşininki yükselmeyince de kızıyormuş. Onun hikayeleri “benim” diyen komedi dizisine malzeme olur nitelikte:)
Gel gelelim ben böyle çok bilmiş edalarda atıp tutuyorum da siz zannetmeyin ki, 3 ana-3 ara öğün konusunda çok tutarlı bir hayatım var. Nerdeeee? Sabah bir prebiyotik yoğurt… Hani şu üzerinde çilekli corn flakes bölümü olanlarından. Sonra iş güce dalınca, ne zaman ki masa başında olmama rağmen, hafif dalgalanmalar hissediyorum o an anlıyorum ki, arayı çok açmışım…
Bazen çok kızıyorum. Diyorum ki, benim gibi sistematik bir insan… Hiç yakışıyor mu bana? Mesela bir arabanın, Benzin ışığı yandığı anda, daha 60 km filan daha gider denir, değil mi? Ama yok! Ben o ışık yandığı anda gidip Benzin almalıyım, takıntılıyım bu konuda… Arabasına bile deponun sonunda kalan, nispeten kirli benzini kullandırmaya kıyamayan insan, kendine gelince neden umursamaz? Çok ayıp! 🙂
Ara öğünlere gelince, bazen işi önemseyip, yarım bardak Süt ve yanına diyet bisküvi ya da bir kaç kuru Kayısı ve fındık gibi şeyler yiyorum. O zaman kendimi çok daha iyi hissediyorum.
Bir ara anlatıyordum ya, Boğaziçi’nde eğitimdeyken, ne güzel yanıma dilimlenmiş Yeşil Elma alıyordum. Ne oldu bana da artık elmalar dolapta pörsüyor? Yok yooook, bunu yine alışkanlık edinmem şart. Çünkü bakıyorum da ben ana ve ara öğünleri ciddiye almadıkça, belimin etrafında doğal bir “can simidi” oluşuyor. Çünkü hamur işlerine bayılıyorum. Mis gibi kokan bir Pastane’yi daha boş geçmişliğim olmadı diyebilirim. İlla ki girer bir dolanır ve gözüme güzel görünen bir şeyi denemeden ayrılmam. İyi ama yaz geliyor. Bu konuda akıllıca bir şeyler yapmam artık zorunlu hale geldi:) İlk iş bol bol su içmek! Dur hemen koşup içip geliyorum hatta… Ohhh mis 🙂
Bir de sadece dikkatli yemek yetmez, form tutmak için, haftada 2-3 gün 45’er dakikadan, pamuklu rahat kıyafetlerinizi ve spor ayakkabılarınızı giyinip, çıkın dışarıda tempolu yürüyün mis gibi. Yok mu hiç kafa dengi arkadaşınız? E haddi ama illa ki vardır 🙂
“İmamın dediğini yap, yaptığını yapma” sözüne gelirsek, siz üşengeçlikten arada sıra benim de yaptığım gibi ve çevremdeki çılgınların tekrarladığı hatalardan yapmayın, yanınızda, çantanızda minik bir zipli poşette de olsa kuru incir, kuru kayısı, fındık, badem gibi sağlıklı ve lezzetli “ara öğünlükler”den bulundurun. Özellikle benim gibi yemek aralarını açtıkça şekeri iyice düşen, ondan sonra yese bile uzun süre kolay kolay dengelenmeyen Hipoglisemikler için, bunlardan bir-iki tane yemek bile gerçekten hayat kurtarıcı:)
Zaman sınırı olmadan her zaman şık görünüm sağlayan Camel (Devetüyü) Rengi ve Taba Tonları, aynı zamanda sofistike bir duruşu garantiliyor.
İşte bu yüzden her zamanki favori renklerim yanında, dolabımda illa ki birkaç Camel rengi kıyafet ve aksesuar da bulundururum… Bu bazen bir ceket, bir gömlek ya da şal, bazen bir pantolon ya da kemer olabileceği gibi, ayakkabı, çanta, kolye ya da şık bir deri bileklik de olabilir…
Aralarında en sevdiğin hangisi derseniz, geçen sene Amsterdam’dan satın aldığım ve yazın gelmesine tek üzüldüğüm şey olan “Taba renkli deri çizmelerim” derim…
Peki Camel rengi veya Taba tonlarını hangi renklerle kombinleyebiliriz?
Bu rengi; mevsimsiz ve zamansız jeanlerle özgürce kullanırken, hem şık, hem modern bir görünüm sergilemek mümkün…
Aynı zamanda uçuk mavi, gül kurusu, bej veya leopar tonlarıyla, vizon ve fümeyle olduğu kadar bordo, mor gibi çarpıcı renklerle de eşleştirebilirsiniz.
Bugünün “Wish for Nish ve Siz” Fotoğrafı; online mağazadan sipariş verdiğinin hemen ertesi günü, şık kutu ve kesesiyle kendisine ulaşan ve en özel günlerinde uygun renkteki kıyafet ve aksesuarlarla kombinleyerek kullanmaktan büyük keyif aldığını belirttiği, el yapımı ve sınırlı sayıda üretilen Taba Renkli Damla Model Faset Kesim Swarovski Kristali ve Zincirli Detaylı Taba/Camel Rengi Deri Wish For Nish Bilekliği ile İdil Hanım’dan…
İçinizdeki giyim zevkinizi dışa yansıtmak için, üzerinizdeki kıyafetleri tamamlarken, aynı zamanda kişiliğinizin de aynası olan aksesuarlara, kendi evinizin veya işyerinizin konforunda ve güvenli bir alışveriş deneyimi ile siz de ulaşmak isterseniz; Wish For Nish’in her biri el işçiliğiyle ve sınırlı sayıda hazırlanan özel tasarımları sayesinde, her yerde, herkesin üzerinde gördüklerinizden birine değil, sınırlı sayıda ve sadece sizin özel zevkinizi ortaya koyan aksesuarlara rahatça sahip olabilir ve çevrenizdekilerle “pişti” olma riskinden kurtulabilirsiniz:)
Pinkberry maceramı size geçenlerde anlatmıştım hatırlarsanız… “Ben daha dün akşam ne yediğimi hatırlamıyorum” diyenleriniz olacaktır haliyle… O zaman buradan bir göz atın bakın nasıl bir şeymiş bu leziz mayhoş tatlı dondurulmuş yoğurt çılgınlığı:)
Geçenlerde yine büyük bir şevkle yeni “Wish for Nish” tasarımlarım üzerine çalışırken, kapı çaldı. Bir açtım ki karşımda, ellerinde çantalarıyla ve yüzlerinde içten gülümsemeleriyle iki Pinkberry Elemanı:)
Değerli Pinkberry Türkiye Yöneticilerinin, bu güzel jesti karşısında şaştım kaldım önce…
Gidip gelip, bitirene kadar, buzdolabı yollarını arşınlayacağımızı çok iyi bildiğim için şu ana kadar almaya cesaret edemediğim en büyük boy Pinkberrylerden, Sade ve yanında ennn yeni çeşidi olan; Greyfurtlusunu içeren ve buz torbalarıyla soğukluğunu destekledikleri bir Pinkberry Çantası…
Beraberinde de Çilek, Ananas, Fındık, Krokan ve Çikolata Parçaları ve Müsli ek lezzetleri ile…
Görür görmez hemen “Yaz” havasına girdim. Dışarda mis gibi bir güneş. Elimde buz gibi bir Pinkberry. Çantasına bakar mısınız? O da Plaj Çantası havasında değil mi ama? 🙂
Açıkcası Greyfurt, benim çok da sevip, deli gibi aradığım bir meyve değildir normalde. O yüzden baştan biraz çekinerek “madem zahmet etmişler, deneyeyim minik bir miktar bari” dedim. İlk kaşıktan sonra “mmm enteresan” ve bir sonraki kaşıkta “Süper bir serinlik hissi veriyor yahu” diye gittikçe artan tepkiler sonucunda, hemen gidip 2.sini hazırlayıp, yiyecek kadar sevdim ben Pinkberry Greyfurt’u 🙂
Ve işte yine bir sürpriz daha: Şimdi sırada Pinkberry Çilek olacağının haberlerini aldım.
Geçen sene Amsterdam havaalanındaki Starbucks’ta denediğim ve hiç bitmesin istediğim Çilekli Frappuccino’dan sonra, Yaz coşkusunu bana hakkıyla hissettirecek Çilekli Pinkberry’yi de heyecanla bekliyorum.Görüyorsunuz ya, dediğim gibi, Pinkberry lezzetlerini denemek için bahane çok:)
Şube sayılarını yüksek kalitelerinden ödün vermeyerek, kontrollü şekilde artırmaları ve daha çok kişiye bu lezzeti tattırmaları dileğiyle… Tekrar teşekkürler Pinkberry:)
Bundan yılllaaaar yıllar önce, TRT’de “Orhan Boran’la Pazar Geceleri” programının ardından, “yorgan kemirten” denilen türden bir gerilim müziğiyle başlardı Alacakaranlık Kuşağı (The Twilight Zone)… Yarın sabah okul olmasına ve aslında deliler gibi etkisi altında kalacağımı bilmeme rağmen, yine de söz dinlemez ve izlerdim her bölümünü tırsa tırsa.
Aklımdan atamadıklarımdan bir tanesinde, şöyle bir sahne geliyor gözümün önüne: Adam sokaktaki ankesörlü telefondan bir yeri arayacak, ama yanlışlıkla kendi evinin numarasını çeviriyor ve telefonun karşı tarafından yine “kendisi” cevap veriyor. Aman Tanrım, hayal gücünün böylesi! Ne kadar etkilenmişsem artık, telefon numaralarının 6 haneli olduğu o dönemlerde, kendimizinkine yakın rakamlar içeren birini ararken, iki kere düşünür, “Allah vermeye de, yanlışlıkla kendi numaramı çevirmeyeyim” diye korkardım.
Ortada korku filmlerinden alışık olduğumuz kan revan sahneleri filan olmamasına rağmen, bu derece basit bir konuyla bile insanın aklını bu kadar alabilecek bir gerilim yaratmak, ancak Alfred Hitchcock’a yaraşır bir durum. Katılır mısınız bilemem ama bence bilinçsiz şiddet kullanımının, sanatla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, gerçek Sinema izleyicisi üzerinde, en sıradan bir etkileyiciliğe bile erişemiyor. (Tarantino’yu tenzih ederim, onun yeri ayrı:)
Oysa “profilden gıdıklı ve göbekli pozu”yla akıllarda yer eden ve tam 5 kez “En İyi Yönetmen” Dalı’nda Oscar’a Aday gösterilmesine rağmen, bu ödülü hiç bir zaman kazanamamış olan Usta Yönetmen Hitchcock, izleyici ile film karakteri arasında mükemmel bir özdeşleşme sağlamayı ve insanı filmle bir bütün yapmayı çok iyi biliyor.Yönetmek istediğinin, alışılagelmiş şekildeki gibi”oyuncular” değil, aslında “seyirciler” olduğunu, filmlerini izlerken yüklendiğiniz gerilim sayesinde, şekilden şekile girdiğinizde açıkça fark ediyorsunuz.
Bir başka en çok bilinen Hitchcock filmi olan “Kuşlar”ı ele alırsak, burada da, eski ve yeni tüm korku öğelerini; insana dost ve her an, her yerde karşımıza çıkan bu küçücük hayvanlarla simgeleştirmeyi nasıl da başarmış olduğunu görüyoruz.
Kuşların topluca saldırısı; izleyicilerin hayatı boyunca deneyimlediği tüm eski ve yeni korkularının, kuşlarla simgeleştirilerek, insana saldırısı olarak yorumlanıyor ve gerçekten de sonrasında tüm dünya çapında etkileri öylesine görülüyor ki; filmi izledikten sonra insanlar, sokaklarda kuş gördüğünde korkup kaçışıyorlar.Hatta, eğer şehir efsanesi değilse, söylenen o ki; filmin gösterildiği dönemde, İstanbul’da güvercinleriyle meşhur Beyazıt ve Eminönü meydanlarından geçmeye çekinen, hatta martılarla karşılaşmamak için Adalar’a gidemeyen insanlar olmuş… Doğrudur, inanırım 🙂
Sinema ile ilgili en son yer verdiğim içeriklerden biri olan “Kelebeğin Rüyası” hakkındaki izlenim yazımı okumuşsunuzdur sanırım. Bu film hakkında hazırladığım bu naçizane yazı, okunma rekorları kırmasıyla ve ilgililerden büyük beğeni görmesiyle verdiği gurur yetmezmiş gibi, bir de üzerine sinema eleştirmenin inceliklerini pekiştirmek adına, Hürriyet’in Bumerang Deneyim Günleri kapsamında Sinematek’te düzenlenen ve işin duayenleri ile bir araya geldiğimiz, çok özel bir etkinliğe davet edilmeme de vesile oldu.
Sinema konusundaki engin bilgisi ve değerlendirmeleri ile sektörün başarılı isimlerinden Barış Saydam’ın rehberliğinde gerçekleşen bu 4 saatlik workshop, gerçek bir film analizinin olmazsa olmazlarından sayılan “Anlam Katmanları”nı anlatan teknik bilgilerle başladı. Burası işin fazlasıyla entellüktüel bakış açısı ve birikim isteyen kısmı…
Bir filmin nasıl okunabileceği konusunda, yarın-öbür gün, sanatsal bir ortamda, bir iki vurucu laf edip de “Ben de buradayım!” demek isterseniz, hadi size bir güzellik yapayım da, işin fazla teoriğine girmeden de olsa, kısaca Anlam Katmanları’nın çeşitleri hakkında fikir vereyim madem:)
Bir filmi izlediğinizde herkesin basitçe sonucuna vardığı anlamına “Açık Anlam” deniliyor.
Bir de derin manalarına varmak için; “Göndergesel Anlam” yani Filmin geçtiği dönem ve ortamın değerlendirilmesi; “Örtük Anlam” yani Filmin derinlerinde yatan tüm psikolojik ve sosyal gerçeklerin değerlendirilmesi ve “İdeolojik Anlam” yani Filmin izleyiciye çaktırmadan, alttan alttan verdiği mesajlar üzerinden değerlendirilmesi gerekiyor ki, biz o gün bunu “Oz Büyücüsü” filmi üzerinden örneklendirdik.
Mesela bu filmin İdeolojik anlamı, izleyenlerin hatırlayacağı en önemli mesajlardan olan “Ev gibisi yok” sözünde yatıyor ve her şeyin artık parayla ölçüldüğü bir dünyada, ev ve aile gibi unsurlar, insani değerlerin en son sığınağı olarak gösterilerek, aslında “iyi bir insan nasıl olunur?” mesajı veriliyormuş. Bilmem hiç bu bakış açısıyla izlemiş miydiniz?
Bir de filmin “Mizansen” açısından incelenmesi konusu var ki, bunun içine, filmi bütün olarak etkileyen; ışık, kostüm, renk, müzik gibi yan öğeler giriyor. Film çözümleme disiplinleri arasında yer alan Psikanaliz, Sosyoloji ve Sinema Tarihi gibi farklı disiplinler, bu aşamada büyük önem taşıyor. Çünkü “izlediğimiz bir film aslında, yıllar önce çekilmiş başka bir filmdeki başka bir karaktere gönderme yapıyor olabilir” deniliyor.
Bu göndergeler üzerinden mizansenleri ne kadar iyi okursak, anlam katmanlarını da o derece sağlıklı yakalamamız mümkün… Mesela Stanley Kubrick mekan ve rengi olağanüstü olan bir üslup ve takıntılı şekilde simetri kullanmasıyla meşhur bir yönetmen… Bilmeden izleseniz bile, bu özellikleri sayesinde, onun imzası olduğunu hemen anlamak mümkün. Aşağıdaki Video kolajı onun bu takıntısından ilginç örnekler sergilerken, çalışma tarzı ve sinema diline dair ipuçları da veriyor.
Sinema Analizi workshopumuza geri dönersek… Esas gündemimiz, yazımın başında da bahsettiğim “Alfred Hitchcock Sineması” ve kendisinin de en sevdiği filmi olarak kabul ettiği (Shadow of a Doubt) “Şüphenin Gölgesi”ydi. Şüphenin doğasını araştırmaktan büyük haz alan ve şüphe psikolojisinin farklı varyantlarına sık sık yer veren Yönetmenin, 1943 yapımı olan, Teresa Wright, Joseph Cotten’in başrollerini paylaştığı, IMDB Puanı 8 olan ve En iyi Özgün Senaryo Dalında Oscar Adayı olan 108 dakikalık psikolojik gerilim filmi, Shadow of a Doubt; büyük şehirde yaşayan dayısını bir rol model olarak seçecek kadar, ona hayranlık duyan kasabalı bir genç kızın, yakışıklılık ve güç timsali dayısının, kendisine Şen Dulları kurban seçen bir seri katil ve soyguncu olduğunu fark ettikten sonra, onu ele vermeyeceğini söylemesine rağmen, ölümle yüzleşmek zorunda kalırken neler yaptığını, neler hissettiğini, kendisini savunmak için hangi yollara başvurduğunu gözler önüne seren farklı ruh hallerini beyaz perdeye taşıyan ve gizliden matematik ve mühendislik altyapısı üzerine kurulu klasik filmlerinden başarılı bir örnek…
Rol modelinin bu şekilde bir hayal kırıklığı yaratması, aynı zamanda toplumsal maskenin yırtılışını da simgeleyerek, izleyiciye iyi ve kötünün ayırt edilemez olduğunu hatırlatır nitelikte…
Filmde; hiç beklenmeyecek birinde ve hiç umulmayan bir anda ortaya çıkan, bu derece bir kötülüğün fark edilmesiyle, yerinden oynayan insan ilişkilerine yer verilerek, aslında ne kadar da huzurlu ve sıcak görünen bir ev ortamının, bir anda nasıl da sarsılabileceğini gözler önüne serilirken, doğal akışın bozulması ve rutin yaşamın alt üst olması konu ediliyor.
70’e yakın filmden oluşan Alfred Hitchcock Sinemasının genel özelliklerini kısaca özetlemek gerekirse;
Özdeşleşme: Duygusal yönlendirme becerisi çok yüksek. İşin sırrı ise, izleyicinin yakınlık ve özdeşleşme kurduğu karakterlerin, devamlı olarak yer değiştirmesini sağlama yeteneğinde saklı…
Beklenti: Olumsuz ve ürkütücü bir şeyin tedirgin edici beklentisinin yol açtığı gerilim anlarını, kahramanın gözüyle özdeşleştiriyor.
Gerilim/Şaşırtma: Bunların ayrı ayrı kavramlar olduğunu her fırsatta vurguluyor. Bir anlık görüntüyle korkutmak yerine, gerginlik anlarını olabildiğince sürdürmeyi tercih ediyor.
Hitchcockyen Gerilim: Kovalamacaların montajıyla izleyiciyi gererek, iyi ve kötünün, insanların içinde bir arada olduğunu biçimsel olarak yansıtırken, aynı zamanda kalıplaşan değer yargılarını da, karakterleri tanıdıkça deforme ediyor.İyi ve kötünün bir arada yaşadığı ve “Hitchcockyen Evren” ismi de verilen Alfred Hitchcock Sineması’nın bu karakteristik özelliklerini de hesaba katarak, fırsat bulur da filmlerinden birini bu gözle izlerseniz, bakın bakalım aldığınız keyif, nasıl da farklı oluyor:)
Etkinlik sonunda, kendi filmlerinde çaktırmadan saniyelik roller alan Alfred Hitchcock’un, bu görüntülerinden oluşan bir video izledik, arzu ederseniz siz de aşağıda izleyebilirsiniz:)
Bu arada unutmadan söyleyeyim; Alfred Hitchcock’un sıradışı yapımlarından biri olan “Sapık” Filminin (Psycho) çekim sürecinde geçen ve eşi ile yaşadıkları aşka ve profesyonel ilişkilerine odaklananan 2012 yapımı “Hitchcock” isimli bir film şu anda vizyonda.
Filmde kendisini, yine bir başka usta; Anthony Hopkins canlandırıyor. Sacha Gervasi’nin yönettiği filmin, esin kaynağı ise “Alfred Hitchcock and the Making of Psycho” adlı bir kitap. Filmde ayrıca Helen Mirren ve Scarlett Johansson’da rol alıyor.
IMDB Puanı 7 olan bu filmin, sadece “En iyi Makyaj ve Saç Stili” gibi basit bir dalda Oscar Adayı olabildiğine bakarsak, Hitchcock’un yaşarken bir türlü sahip olamadığı Oscar bahtsızlığının, halen devam ettiğini de söyleyebiliriz belki:)
Yurt dışında dükkanlarına sık sık rastladığım ve başta “celebrity”ler olmak üzere pek çok hayranı olduğunu bilmeme rağmen, her sabah prebiyotik yoğurt yemekten gına geldiğinden, canım tatlı istediğinde de gidip yoğurtlu bir şey yemesem diye düşündüğüm için Pinkberry ile olan münasebetimiz biraz geç başladı.
İzleyenleriniz bilirler… Seinfeld’in yapımcısı Larry David’in “Curb Your Enthusiasm” dizisininde canlandırdığı, aşırı antipatik adam karakterinin de bir Pinkberry Macerası olmuştu.
Sonrasında İstanbul’da ilk olarak dikkatimi Bağdat Caddesi’nde açılan Pinkberry mağazasının geniş ve şık dekorasyonlu dükkanı ile çektiler.
Yaz-Kış ilgi gören ve özellikle hafta sonları kapısında sıra olan bu yoğurda bir şans vermek için gittiğimizde fark ettim ki; mağazanın renkli dünyasının ve davetkar vitrininin karşısında önce bir müddet far görmüş tavşan gibi kalakalıyorsunuz. Derken girdiğiniz kuyrukta, sıra size gelince, güler yüzlü çalışanlar “Daha Önce Pinkberry’ye gelmiş miydiniz?” diye soruyor ve “Evet” ya da “Hayır” cevabınıza göre, ister önceden denediğiniz ve tekrar almayı planladığınız karışımın siparişini veriyorsunuz, isterseniz de size adım adım nasıl seçim yapabileceğinizi kısaca anlatıp, merak ettiğiniz dondurulmuş yoğurt çeşitlerini küçük tadımlık boylarda deneme şansını sağlıyorlar.
Kore menşeili dondurulmuş yoğurt markası olarak, ilki 2005 yılında Hollywood’da açılan ve ülkemize Starbucks, Le Pain Quotidien, Body Shop, Debenhams, Top Shop gibi markaların da Türkiye haklarının sahibi olan Shaya Group tarafından getirilen ve tüm ürünlerinde en kaliteli ve doğal içerikler kullanma iddiasıyla pazara giriş yapan Pinkberry‘nin tadını; tatlı ve mayhoş lezzetli dondurulmuş yoğurt olarak tariflemek mümkün…
Orijinal, Hindistan Cevizli, Tropikal Meyveli, Narlı, Çikolatalı ve Yeşil Çaylı olmak üzere 6 farklı dondurulmuş yoğurt çeşidinden birini, arzu ettiğiniz taze meyveler, çikolatalar, bisküviler, gofretler, gevrekler, kuruyemiş ilaveleri ve en üstüne bal, karamel, pekmez sosları gibi 30’dan fazla ek lezzetten istediklerinizi seçerek, kendinize özel Pinkberry’nizi yaratabiliyorsunuz.
Ayrıca dondurulmuş yoğurda ilaveten Parfe, Meyve Salatası ve Smoothie” seçenekleri de mevcut.
Hatta turunçgil sevenlere müjde: Çok yakında Greyfurt Pinkberry geliyormuş:)
İşin komiği, ilk deneyiminde, daha birinci kaşıkta ne hissettiğine tam karar veremeyip “Pinkberry, Pinkberry… Bu mudur yani?” ya da “Eh işte fena değil!” diye ahkam keserken, kabın sonlarına doğru yaklaştığında, çok lezzetli olduğundan dem vurup, yedikçe yenesi gelen bir bağımlılık yarattığını söyleyenlere gözlerimle şahit oldum:)
Elimdeki broşürlerine göre fiyatları şöyle: Sadece dondurulmuş yoğurt alırsanız, Küçük boy 5 TL, Orta boy 7 TL, Büyük boy 9 TL ve eğer ek lezzetlerle alırsanız; Küçük Boy 7 TL, Orta Boy 9 TL ve Büyük Boy ise 12 TL.
Şimdilik İstanbul’un Avrupa yakasında Cevahir AVM’nin önünde yer alan Mağazası, Akbatı AVM Mağazası, Kanyon AVM Mağazası ve Anadolu yakasında, Şaşkınbakkal Mağazası ve Buyaka Mağazası’nda bulunan bu hem faydalı, hem lezzetli yoğurda, ailemizde özellikle diyet yaparak 10 küsür kilo veren Eşim bayılıyor. Yağsız Yoğurt ve Yağsız Süt Tozu karıştırılarak elde edildiği için, alışık olduğumuz tatlı ve dondurmalara oranla, daha düşük olan kalori değerlerini de gördükten sonra, ona hak vermemek elde değil… Bir örnek vermek gerekirse, Küçük boyu 155 ila 185 Kalori arası.
20 TL ve üstü siparişlerde eve servisleri de var. Biz hazırlatıp, evde yemeği tercih ettiğimiz için buz dolu poşetler içeren, resimdeki gibi bir paket hazırladılar. Bu sayede belli süre için, erimeden istediğiniz yere yanınızda getirebiliyorsunuz.
Bizim tercihimiz aynen gördüğünüz gibi Orijinal Pinkberry üzerine, Çilek, Kivi, Ayçekirdeği içi ve Fındık parçaları.
İster sağlıklı bir ara öğün olarak, ister hafif bir tatlı, ister meyve niyetine… Pinkberry lezzetini denemek için bahane çok:)
“18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü”nün bu hafta gerçekleşen 98. Yıldönümü’nde sizlere, her okuduğumda içimi titretip, tüylerimi diken diken, gözlerimi dolu dolu eden ve hissettiğim duyguları, benden güzel yazıya döken bir Şair’in bu muhteşem şiiri ile seslenmek istiyorum.
ÇANAKKALE SIRTLARINDA BİR BAYRAK DALGALANIR
Çanakkale sırtlarında bir bayrak dalgalanır Yaz ortasında, kış ortasında
Duyulur sesi taa uzaklarda
Erzurum’da, hatta Kars’ta
Der ki:
“Neden kırmızıyım bilir misiniz?
Mehmetçiğin yaralı kalbinde boyandım al kana
Ak kalan yerim
Onun tertemiz geçmişi Duymak istemem bir daha
Yurdumda düşman sesi”
Bayrak sustuğu an
Başlar şehitler türküsü:
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni”
Bu türkü öyküsüdür Türk dedesinin
Bu türkü ninnisidir Türk anasının
Bu türkü yeminidir Türk askerinin
Çanakkale sırtlarında Şehit Mehmetçikler yatar
Binlerce, on binlerce…
Hep isimsiz hep sessiz Kimi babamız,
Kimi amcamız
Kimi de ağabeyimiz
Bir yanda yatar Anzaklar
Dünkü düşmanımız
Bugünkü emanetimiz
Selamlar onları gemiler her geçişte
Ve gözlerden bir kaç damla yaş süzülür
Gururdan mı kederden mi bilinmez
Sana bu son ders olsun ey düşman
Çanakkale öyle kolay geçilmez!
Her çocuk gibi Elma Şekerine bayılırdım. Yazlığımızın bulunduğu siteye, ne zaman bir Elma Şekerci gelse, bir anda ortalık hareketlenir, herkes evinin balkonunun altına, para istemek için koşarak, “Aaaaaanneeee! Anneeee!” diye sesini duyurana kadar durmadan bağırır, eğer isteği kabul görmezse de “Anne yaaa, yaa nolur yaa, valla bak bugün başka bişey istemiycem söz” diye, kasap kedileri gibi yukarı bakarak her türlü şımarıklığı yapar, o parayı aşağı attırmadan da susmazdı.
Sanki Elma şekerlerinin kendisi, yeterince albenili değilmiş gibi, satıcı adam bir de, paketlerinin içine numara yazılı minik kağıtlar yerleştirir ve çekiliş yapardı.
Bir açardınız ki şansınıza, o günün şartları için balon, düdük, su tabancası filan gibi bir çocuğu deli edecek türden, çeşit çeşit ve renk renk hediyeler çıkardı içinden.
Hepimizin yüzü gözü kıpkırmızı ve yapış yapış, bir elimizde iğreti şekilde tuttuğumuz elma şekerlerini afiyetle mideye indirirken, bir yandan da, yanında hediye gelen su tabancalarıyla, birbirimizin icabına bakardık kan ter içinde sahilde koşuşturarak:) Ahhh ne günlerdi:)
Çocukluk ne güzel şey. Ne dert, ne tasa… Ye, iç, arkadaşlarınla oyna, denize gir, marsık gibi olana kadar güneşlen. Eve gel, kallavi bir sofra hazır, seni bekliyor. Duş al, yemek ye, giyin, yine bahçeye çık. Oh mis!:)
Tüm gün oyun oynadığımız yetmiyormuş gibi, diyorum ya, o an önümüzden neci geçerse, hepsinden ister dururduk mecburmuşuz gibi. Ben yine nispeten daha tok gözlüydüm her zaman… Ama bunların da sonu yoktu ki kardeşim; Simitçi, Süt Mısırcı, Dondurmacı, Elma şekerci, Tulumba tatlıcısı, Dürümcü derken, biri gidiyor, biri geliyordu satıcıların… El insaf!
Akşamları da Pommes Frites ve Slush ritüelimiz vardı, hemen yan sitenin altındaki dükkandan…
Daha önce duymayanlar için açıklamak gerekirse; “Pommes Frites” dediğim, kalın kesilmiş ve üçgen bir kartonla sunulan, bol tuzlu ve lezzetli bir patates kızartması ve “Slush” ise, kırık buzlu bir içecek aslında ama, içine hangi meyvadan istersen, onun şurubundan koyuyorlar. Bol bol gıda boyası aslında ve iki hüpleyince zaten geriye sadece tatsız tuzsuz buz olan kısmı kalıyor. Ama o yıllar için öylesine değerli ki… Düşünün daha ortada Mc Donald’s filan yok:)
Zaten öyle uzaklara gitme iznimiz olmadığı için, “anneeee biz şuraya kadar gidip, 5 dakikaya dönüyoruz pattez alcazzz” diye yine annelerin bulunduğu balkonun altından haber verirdik her birimiz tek tek. Bazen anneler aynı balkonda olurdu genelde birbirleriyle arkadaş oldukları için. İşimize gelirdi tabi bu durum… Koloniler halinde gezdiğimiz müddetçe, sadece o dükkana kadar gitmemize izin verirlerdi.
O zamanlar tabi cep telefonu olmadığından, belki dumanla değil ama, yazlık ortamı işte, devamlı balkon altlarından seslenerek haberleşilir ve herkesin çocuğu aynı yöntemi uyguladığı için, kimse bu gıcık seslerden rahatsız olmazdı.
Şimdi ise bütün bu koşturmaca arasında, bin yıl sonra bir nostalji yapıp, Elma Şekeri yiyelim dedik, aman Allahım uğraş uğraş, ısırılmaz! İnsan ön dişlerine kıyamaz vallahi yazık günah.
Yanaklar, eller, kollar, hatta saçlar dahil, her şey yapış yapış oldu mu size? Baktım olacak gibi değil, adab-ı muaşeret çizgimden ödün veremedim ve bir tabakla, çatal ve bıçak istedim. Bildiğiniz Elma Şekerini, sol elde çatal, sağ elde bıçak, mecburen dilimleyerek ,yeni bir çığır açarak yedim. “Ah be canım, senin neyine elma şekeri?” dediğinizi duyar gibiyim:)
O zaman hadi gelsin size, en sevdiğim Şairden eğlenceli bir şiir daha:
ELMA ŞEKERİ
Hayat elma şekeri
Üstü şeker, altı elma
Şeker başlarsın
Olursun mutlu…
Elmaya gelince sıra
Kaldır at gitsin
O zaten kurtlu…
Nursen Deliktaş
(Heyamola İsimli Kitabı’ndan)
Aranızdan bu davetkar resimleri görüp de aşeren, çok etkilenip çocukluğuna dönmek isteyen ya da “ufaklıklara kendi elcağızımla bi sürpriz yapsam mı” diyen cengaverler çıkarsa diye, bir de hızlısından Elma Şekeri tarifi vereyim madem:
ELMA ŞEKERİ TARİFİ
Malzemeler: (4 Kişilik)
– 4 tane Kırmızı ve Sert Elma (Güzelce yıkanmış ve kurulanmış)
– Elmalara saplanacak 4 dayanıklı Çubuk
– 1 Bardak Su
– 2 Bardak Toz Şeker
– 1 Çay Kaşığı Kırmızı Gıda Boyası
– 1 Tatlı Kaşığı Limon Suyu
(Arzu ederseniz, Yeşil elmalarla ve Yeşil renkli Gıda Boyasıyla, Yeşil Elma Şekerleri de yapabilirsiniz tabi)
Su ve şekeri bir tencerede karıştırarak ısıtıyoruz.
Göz göz olmaya başlıyor ve yaklaşık 15 dakika kadar kaynatmaya devam ediyoruz.
Sonra 1 Çay kaşığı kadar Kırmızı Gıda Boyası damlatıp karıştırıyoruz.
1 tatlı kaşığı da Limon Suyu ekleyip, 1 dakika daha kaynatıp, altını kapatıyoruz
Olması gereken kıvama geldiğini test etmek için, karışımdan bir damlayı su içine damlatınca, hemen sertleşmesini baz alabiliriz.
Yıkayıp kuruladığımız elmaların sap kısımlarını çıkarıp, sağlam çubukları, elmayı taşıyacak kadar derine saplıyoruz.
Elmaları tenceredeki karışıma hızlı hızlı daldırıp, bu karışıma iyice buladıktan sonra ters çevirerek, bir tepsiye serdiğimiz yağlı kağıdın üzerine diziyor ve donmalarını bekliyoruz.
Veeee evimizde kimseciklerin görüp de, rezil olma derdi olmadan, mis gibi şapur şupur yeyip, ağzı gözü yapış yapış yaparak keyfini çıkarıyoruz:)
–
Katılmış olduğum bir Yemek Kursunda ve kimsenin yemek yapma haricinde 1 saniye zamanı olmadığı böyle bir atölye çalışması esnasında, benim 3 yemeği aynı anda yaparken, resimlerden de göreceğiniz üzere tezgah, ocak, yer vs. gibi kendi mıntıkamdaki her yeri cillopluk derecesinde tertemiz tutmak için uğraş verip, aynı zamanda da elim kolum sarımsaklar, yumurtalar, unlar içindeyken, her zamanki gibi adım adım tüm aşamalarını sizler için fotoğraflandırma çabalarımın da ayrıca özel takdir görmesi dileğiyle…:) İşte karşınızda Üşengeç Şef’den adım adım resimli Hünkar Beğendi Tarifi
Adım Adım Fotoğraflı HÜNKAR BEĞENDİ TARİFİ
Malzemeler:
TAS KEBABI Malzemeleri:
200 gr. Kuşbaşı Dana Eti 2 Yemek Kaşığı Tereyağ 1 Yemek Kaşığı Domates Salçası 1,5-2 su bardağı kadar Su
1 Yemek Kaşığı Dolusu Arpacık Soğanı 2 Diş Sarımsak 5-6 Adet Cherry (Kiraz) Domates 2 Adet Çarliston Biber Pul biber Taze Kekik 1 Yemek Kaşığı Doğranmış Maydanoz 2 Yemek Kaşığı Zeytinyağı Tuz Karabiber
BEĞENDİ Malzemeleri:
2 Adet Kemer Patlıcan 1/2 Limonun Suyu 3/4 Su bardağı Süt 1,5 Yemek Kaşığı Un 1,5 Yemek Kaşığı Tereyağ Çok az rende Muskat Yarım Su Bardağı Rende Eski Kaşar Tuz Karabiber
HÜNKAR BEĞENDİ YAPILIŞI
Öncelikle Kuşbaşı Dana etini, hiç yağ vs. başka birşey koymadan, tenceremize koyduk. Hiç karıştırmadan kapağını kapatarak orta ateşte pişirmeye bıraktık.
Şu andan itibaren, yine hiç karıştırmadan, etleri tencerenin kapağı kapalı ve altı yarı açıktan biraz fazla açık halde bir müddet unutuyoruz. (Taaa ki suyunu çekene kadar)
Bana kalsa bol bol karıştırırdım ama Şefimiz, kimseye vermeyeceği çok gizli bir lezzet sırrı verdi bize. Değerinizi bilin, ben de size söylüyorum ama siz de kimseciklere söylemeyin sakın. Çünkü biz bu esnada diğer yaptığımız yemeklerin el oyalayan işleriyle uğraşırken ve Şef söyleyene kadar bir daha tencereye kimse dokunmazken, ben hafiften tencerenin dibi tutmuş gibi koktuğunu hissettim ve bir açtım ki gerçekten öyle gibi… Meğersem o Şefimizin hedeflediği kıvamın tutması için olması gereken durummuş. Oh içim rahatladı:)
Tencerenin dibindeki o yanmış gibi duran kısmı da alarak, şimdi tüm etleri hızlıca karıştırmaya ve pişirmeye devam ediyoruz.
Sıra geldi 2 Yemek Kaşığı Tereyağ ve 1 dolu Yemek Kaşığı kadar Salça İlave etmeye…
Bunlar eridikten sonra biraz karıştırıp, ardından 3-4 tane Arpacık Soğanını da üzerine ekliyoruz.
Su ilave etmeye geldiğimizde, bunu göz kararı yaptık tabi.
Bu resimde gördüğünüz minik plastik su bardaklarıyla 4 bardak kadar içme suyu ilave ettik yemeğe.
Şefimiz 2 diş sarımsağı soydurup, bir tanesinin yarısını ve bütün halinde tencereye attırdı. Kalan kısmını daha sonra yemeğin üstüne çiğ olarak süs gibi ekledik, arzu ederseniz siz, bu aşamada 2 sini de soyup, ikiye bölerek yemeğin içine atabilirsiniz.
Et pişirirken bir önemli ipucu daha: Tuzdaki İyot, eti sertleştireceği için, taaa bu aşamaya kadar ete asla hiç Tuz koymuyoruz.
Şimdi bir silme çay kaşığı kadar Tuz ekleyebilirsiniz. Dilerseniz Karabiberi de şimdi katın. Ama sonra tadına bakıp, gerekirse her ikisinden de ilave etmeyi unutmayın:)
Onun üstünü kapatıp, altını biraz daha kısıp, iyice kısık ateşe aldıktan sonra pişmeye devam etmesi için bırakırken, sıra geldi Patlıcan Beğendi bölümünün hazırlıklarına….
PATLICAN BEĞENDİNİN HAZIRLANMASI
Önce yıkanmış ve kurulanmış 2 adet patlıcanı alıp, ocağın üstünde 20 saniyede bir ufak ufak çevire çevire her yeri tam olarak pişecek şekilde közlüyoruz.
Tamamen közlendiğini nasıl anlayacağız derseniz, işte her yeri aşağıdaki resimdeki hale gelmiş olacak:)
Ocaktan aldığınızda, biraz ılındıktan sonra, Patlıcanlar’ın sapından bir elinizle havada asılı gibi tutarak, kabuklarını bıçakla şerit şerit aşağı doğru çekerek, kolayca soyuyoruz. İyi közlenmişse soyması da kolay oluyor.
Kabuklarından iyice ayıkladığımız Patlıcanların sap kısımlarını atıp, kalan kısımlarını da kesme tahtasına alıp, bıçakla bir güzel kıyıyoruz ve kararmaması için üzerine Limon suyu gezdirip karıştırıyoruz.
Bu esnada, arada sırada tencerenin kapağını açıp, yemeği ve suyunu kontrol ederek, karıştırmaya devam ediyoruz.
Şimdi sırada Beğendinin en üstünü süslemek için kullanacağımız Cherry Domates, Yeşil Biberleri bir tepsinin ortasına koyup, üzerine, pul biber, Taze kekik ve biraz zeytinyağı gezdirerek, 200 C’de Turbo Fırına verme kısmı var.
Hünkar Beğendi Tarifinin sonuna çok az kaldı
Maydanozları en sonunda taze taze kullanacağım için, onları şimdi eklemiyorum. Ama yıkayıp, küçük küçük kıyarak, kenarda bekletebilirsiniz, ya da sadece süs olarak kullanabilirsiniz. Tercih sizin:)
Turbo Fırın 200C’ye ayarlandı ve biraz ön ısıtmadan sonra, içine Domatesli, Biberli Tepsiyi koyduk ve yaklaşık 10-15 dakika kadar pişirdik. Turbo fırınınız yoksa dert etmeyin. Siz de 180 C’ye ayarladığınız normal fırında, yumuşayana kadar pişirin:)
Patlıcanlarımızı iyice kıydığımıza göre, artık Beğendinin hazırlıklarına devam edebiliriz. Teflon ya da Döküm Wok Tavaya, önce 2 yemek kaşığı Tereyağını koyup, eritiyoruz.
İçine 1,5 yemek kaşığı kadar Unu da ilave edip, kavururken, Tereyağının yanmaması için biraz da Sıvı Yağ (Ayçiçek Yağı) ekliyoruz.
Hızlı hareketlerle unu yağın içinde karıştırıp, kavururken, içine 3/4 Su Bardağı Süt ekliyoruz.
ve karıştırmaya devam ederken, silme çay kaşığı kadar Tuz ve Közleyip kıydığımız Patlıcanları da ilave ediyoruz.
Sırada Yarım su Bardağı kadar rendelenmiş Eski Kaşar Peyniri İlavesi var.
Ve çok çok az Muskat. Ne kadar yani derseniz, Rendenin bu gördüğünüz tarafıyla yukarıdan aşağıya 2 kere inecek kadar. Bize de böyle söylendi hihihi:)
35-40 dakika kadar sürenin sonunda Etler bayağı suyunu çekmiş, yumuşayıp, güzel bir kıvama gelmiş.
İşte Patlıcan Beğendimiz de hazır olduğuna göre Hünkar Beğendi Tarifimizde sıra geldi güzelce servis etmeye.
Tabağınıza en alta Patlıcan Beğendiden alıp, ortasına kaşıkla bir yuva oluşturun. O kısıma Etlerinizi ve onun üstüne fırından çıkardığınız Cherry Domatesler ve Biberlerden koyarak, en üstünü de arzunuza göre doğranmış Maydanoz ve sarımsakla süsleyip, Hünkar Beğendinizi servis edebilirsiniz.
Bir ara Babam, iyice tiryakisi olmuştu ve akşam yemeğinden sonra illa ki bir Türk Kahvesi istiyordu. Evin kızı olarak, ne kadar başka taraflara da baksam, konuyu unutturmaya da çalışsam, dersleri, sınavları filan da bahane etsem, kabak yine benim başımda patlıyordu. Hatta daha etkileyici olmak adına “doktorlar bir günde bu kadar çok kahve içilmesini hiç desteklemiyor ama” filan gibi tıbbi açıklamalar da getirdim konuya ama, dinleyen kim?
Kahve pişiren kişi olmayı istemediğim kadar, yapmasını da bilmiyordum ki… İşin daha da komiği, öğrenmek de içimden gelmiyordu, çünkü güzel olmadığı müddetçe bir gün bana kahve yaptırmaktan vazgeçeceklerdi aklımca:)
Deli gibi tırstığım “gazlı ocak”taki, o mavi ateşin üzerine oturttuğum Cezveyi, bir elimle sapından kavrayıp, devirmemeye çalışırken, diğer elimdeki kaşıkla da, bana aylar yıllar gibi gelen süreler boyunca şakkıdı şukkudu karıştırır dururdum, taa ki kahve köpürüp, taşma noktasına hale gelene kadar…
Sonra yarısını fincana döküp, cezveyi bir kere daha ocağın üstüne alır, tekrar kahvenin köpürmesini beklerdim… Bazen kabarır, bazen kabarmaz, “artık neyse olduğu kadar” deyip, kalan kısmı da üzerine eklerdim… Eee ama bunun köpüğü nerde? Yine yok, yine yok! 🙂
Çoook sonradan öğrendim ki, cezvede kahve yaparken köpüklü olması ve cambul cumbul çıkmaması için, en başta hızlıca bir karıştırıp, ocağın üstüne aldıktan sonra bir daha hiç karıştırmamak gerekiyormuş … Aman ya ne bileyim, ben kahve mi içiyordum ki… Beni zerre ilgilendirmiyordu işte. İçen düşünecekti bu detayları 🙂
Üniversitedeyken bir günde 3 final sınavına girdiğimiz zamanlarda bile, en ufak bir kahve ihtiyacı göstermeden sabahlara kadar ders çalışırken; iş hayatına atılınca ve kurumsal firmaların en bilinen özelliklerinden biri olan, günün yarıdan fazlasını “Toplantı” yaparak geçirmek durumunda kalınca fark ettim ki, karşımdaki kişi eğer tek düze bir ses tonuyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorsa, isterse dünyanın en ilgi çekici konusu olsun, göz kapaklarım az sonra benim kontrolümden çıkıyor. Size de hiç oluyor mu bilemiyorum ama uzun süre savaşıyorum onları açık tutmaya ve konuya ilgiliymiş gibi görünmeye ama nerdeeee?:)
Seste monotonluk devam ettikçe, bir müddet daha kulaklarım, hala konuyu dinlerken, beynim; yarı uyanık halde, konuşmanın üzerine, konuya uygun bir rüya senaryosu uydurarak, bir kaç saniye içerisinde beni alıp götürüyor başka alemlere…
Derken başım önüme düşüyor, başlıyorum toplantı masasında karşımda oturanlara selam çakmaya… Sorarım size; uyurken bile saygıyı elden bırakmamak bu değildir de, nedir? Nasıl da “efendi” bir insanım ben böyle?!:)
Sonra rahat bir yastığın eksikliğini hisseden bünyem, ortada doğru olmayan bir şeyler döndüğünü fark ediyor ve yavaş yavaş toplantı ortamının sesleri geri geliyor ve rüya soluklaşmaya başlıyor. Gözlerimi zar zor da olsa bir açıyorum ki, karşımda reklam dünyasının en iyi ajanslarının ekibinden yönetici arkadaşlar inci gibi dizilmiş ve bir toplantı evvel verdiğim brieflere göre, çalışıp hazırladıkları tasarımları sunmadan önce yaptıkları, sıkıcı konuşmalarını bitirmek üzereler bile… Yahu insan biraz heyecan katar işine, böyle ruhsuz bir sunum da olmaz ki? 🙂
Bu komik durum sıkça tekrarlama eğilimi gösterince, daha önceleri “Ne içersiniz?” diye gidip gelip soran Kat Hizmetlisi Hanıma, “bana büyük bardakta Su lütfen” derken şimdi, “acilen bir orta kahve alabilir miyim?” demeye başladım mecburen. Böyle böyle, hala içmek için iyice soğumasını beklediğim o Türk kahvesini, sadece sıkıcı toplantılarda da olsa, içer hale geldim.
1543 yılında, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul’a getiren Yemen Valisi sayesinde başlayan kahvenin serüveni, Türkler’in bulduğu yeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek “Türk Kahvesi” adını almış.
1554 yılında Tahtakale’de açılıp, sonra tüm şehre hızla yayılan “Kahvehaneler” sayesinde de, halk, kahveyle tanışmış. Şimdi inanması zor geliyor ama söylenen o ki; eskiden bu kahvehaneler; günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı yerlermiş ve bu sayede de kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurmuş. İstanbul’a yolu düşen tüccarlar, seyyahlar ve Osmanlı elçileri sayesinde de Türk Kahvesinin ünü önce Avrupa’ya, sonra da dünyaya yayılmış.
Bugün Türk Kahvesi denilince, ilk akla gelen Marka: Kurukahveci Mehmet Efendi.
1871 yılında, ilk kez dolaplarda kavurup değirmende öğüttüğü kahveyi halkın tüketimine sunmuş ve nesillerdir aynı kalitede hizmet sunmasıyla meşhur. Geçenlerde Eminönü’ndeki şubelerinden taze kahve alayım dedim ama sırada 50 kişi filan vardı, çoğunluğu da turist… Bekleyemedim ama hızlıca bir resim çektim oradaki insan selini görmeniz için:)
Kahve köpüğü neden bu kadar önemli diye de biraz araştırdım da, daha uzun süre sıcak kalmasını sağlıyormuş. Sıcak içecek sevmeyip, soğumasını bekleyen biri olarak illa içeceksem demek ki aslında, köpüksüz kahveyi tercih etmem gerek o zaman:)
İnce kenarlı fincanda sunulunca da daha geç soğuyor deniliyor. Seven için ne ala.. Bu da daha uzun kahve keyfi demek. Hele babamı hiç anlamıyorum. Maşallah ocaktan yeni alınmış 100 derecelik kahveyi, tek seferde içebiliyor. Bildiğin, shot yapıyor sanki:)
Ben nerdeyse 15-20 dakika bekliyorum istediğim soğukluğa ulaşması için. En iyisi Starbucks’ın Karamelli Frappuccino’larıyla idare edeyim, değil mi?:)
Aslında Frappucino’nun Çilekli olanını daha çok seviyorum. Onu ilk olarak Amsterdam’da denediğimde bayılmıştım ama geçen sene bizde de yeni ürün diye lanse ettiklerinde denedim, nedense aynı tadı alamadım.
Türk kahvesinin benim için bir başka handikapı da Telvesinin nerede başladığını tam olarak kestirememem… Bu konuda yalnız değilim biliyorum. Ya telveye gelmeden bırakıyorum ya da fazla içip, telveden de içmiş ve dişlerime o edepsiz telveyi yapıştırmış oluyorum. Toplantıda konuşurken düşünsenize her yeri telveli dişler. Iyk! Korku filmi gibi valla. “Onun için yanında su geliyor işte, içiverirsin geçer telve melve kalmaz” diyenlerinizi duyar gibi oluyorum. Yaaaa ben de öyle sanıyordum ama “Çok bilen çok yanılır” dememişler boşuna..
Efendim meğersem o kahvenin yanında gelen su, sonrasında içmek için değil, kahveden önce ağzınızdaki diğer tadları silip, dilinizdeki lezzet tomurcuklarını yeni içeceğiniz kahveye sıfırlanmış halde hazırlamak içinmiş. Yani önce su sonra Kahve şeklinde sıralanıyor işlemler… Hatta pek çok yörede, kahve sonrasında Su içerseniz,”bak kahvemizi beğenmedi de su ile tadından kurtulmaya çalışıyor” diye darılabilirlermiş size, demedi demeyin:)
Aile dostumuz olan Sevgili İnci Hanım’ın hediyesi olarak tanıştı evimiz Arçelik’in Kahve Makinesi Telve ile… Bu derece lezzetli, köpüklü ve kıvamlı bir kahveyi, bu kadar kolay ve kısa sürede yapan güvenli bir makine icat edildiği için öyle mutlu oldum ki… Makinem sayesinde o gün bu gündür, misafirlerime içecek bir şey ikram etmek istediğimde, ilk olarak “Türk Kahvesi alır mıyız?” diye soruyorum. Evet… Hem de Ben! 🙂
Eskiden kullanılan o turuncu plastik şeyleri makineden saymıyorum bile. Bizim evimize hiç girmedi giremez de zaten. Çekinirim kullanmaya ben öyle iptidai şeyleri:)
Az sonra size “Telve” ile iki dakikada nefis kıvamda ve köpüğü- tadı her şeyi yerli yerinde bir Türk Kahvesini nasıl yaptığımı her zamanki gibi adım adım fotoğraflarıyla anlatıyorum. Süper kolaylığa hazır olun:) Fiyatını merak edenler için, Arçelik’in kendi sitesinden şimdi bakıp gördüğüme göre 169 TL imiş. Bence sağladığı kolaylığa bakılırsa, fiyatı da oldukça makul.
TÜRK KAHVESİ YAPIMI
Suyun kalitesi kahvenin tadında çok önemli. Mümkünse musluk suyu filan değil, klorsuz içme suyu kullanmaya bakın. Ayrıca soğuk su olursa, daha çok köpük yapar derler:)
Benim eskiden yaptığım hatayı yapmayın diye tekrarlamakta fayda görüyorum ki, tüm malzemeleri cezveye koyduktan sonra bir karıştırıyoruz ama ocağın üstüne aldıktan sonra bir daha karıştırmamak gerekiyormuş:)
Ben size en optimum tarifi vermek için bugün, Orta Şekerli Türk kahvesi tarifini anlatıyorum.
Siz eğer;
Şekersiz istiyorsanız—>hiç Şeker koymayın
Az Şekerli istiyorsanız—>Yarım Kesme Şeker ya da Yarım Çay kaşığı Toz Şeker kullanın
Orta Şekerli istiyorsanız—>1 Kesme Şeker ya da 1 Çay kaşığı Toz Şeker kullanın
Şekerli istiyorsanız—>2 Kesme Şeker ya da 2 Çay kaşığı Toz Şeker kullanın
Soğuk su kullanacağınıza göre, benim tavsiyem, kolayca erimesi için kesme şeker yerine, “Toz Şeker” kullanmanız olacaktır.
Su, Şeker ve Kahve oranlarını gösteren Genel Tablo şöyle:
1 kişilik ORTA ŞEKERLİ TÜRK KAHVESİ Tarifi
Hem Cezve ile hem de Arçelik TELVE ile:)
Malzemelerim:
1 adet Kesme Şeker ya da 1 çay kaşığı Toz Şeker ya da arzu ederseniz 1 adet Tatlandırıcı
1 Tepeleme ölçü kaşığı Türk Kahvesi ya da 2 tepeleme çay kaşığı Türk Kahvesi
1 fincan İçme Suyu (İçerken kullanacağınız fincan kadar)
İlk önce Kurukahveci Mehmet Efendi’nin taze kahvesinden, Telve Makinesinin kendi ölçü kaşığıyla 1 tepeleme kahve dolduruyorum
ve bunu kendi özel cezvesine koyuyorum.
İkinci adım olarak, klorsuz, kireçsiz, temiz ve soğuk içme suyundan, kullanacağım fincan kadar miktarını da Cezveye ekleyeceğim.
Üstten dudak payını unutmayın da, fincana suyu en üstten yarım santim kadar az doldurun ki, taşmasın isterseniz:)
Üçüncü adım: Şeker ilavesi… Orta şekerli için kişi başına 1 küp şeker kullanıyoruz. Ya da Toz şeker kullanacaksanız, 1 tepeleme çay kaşığı kadarını kullanmalısınız
Ya da her ikisinden de tercih etmiyorum, ben Tatlandırıcı kullanacağım derseniz, en doğal Tatlandırıcı olarak siz de benim gibi Splenda’dan 1 adet kullanabilirsiniz.
Şekeri de Cezveye koyduktan sonra, bir tahta kaşık yardımıyla hızlıca birkaç saniye karıştırın
Buraya kadar Cezve ile de olsa, Makine ile de olsa, Kahve pişirmeye hazırlık kısımlarının mantığı aynı.
CEZVE ile Kahve Yapımının Devamı:
Eğer kahveyi Cezve ile ocakta pişirmeye devam edecekseniz, ocağın altını iyice kısmanız ve Cezvedekileri bir daha karıştırmamanız öneriliyor.
Kahve cezve içinde yükselmeye başladığı anda, taşırmadan ocaktan alıp, kahvenin yarısı kadar miktarı ve köpüğü fincanlara pay ediyorsunuz. Kalan kahveyi bir taşım daha kaynatıp, sonra fincanları tamamlıyorsunuz.
Arçelik TELVE Makinesi ile Kahve Yapımının Devamı:
Makinenin özel Cezvesini haznesine yerleştirip, fişini taktıktan sonra, yukarıdaki butona basıyoruz.
Mavi bir ışık yanıyor ve işlem başlıyor.
Neredeyse bir dakika bile dolmadan o mavi ışık yanıp sönmeye ve Makine size kahvenizin hazır olduğunu belirten bir ses çıkarmaya başlıyor.
İşte Kahveniz hazır bile.
Fincanınıza kahvenizi alma zamanı geldi. Ben biraz yukarıdan dökünce, daha da fazla köpüklü olduğunu gözlemledim. Etrafı batırmadan, bir deneyin bakalım siz de:)
Kahve yaparken, her zaman olduğu gibi en önemli şey içine bol bol Sevgimizden katmak:)
Keyiflenip içerken, mümkünse höpürdetmeyelim:)
Ohhh! Afiyet şeker 🙂
Yanında bir bardak Su ve Bitter çikolata ile sunulursa, değmeyin keyfinize:)
Genelde büyüklerimiz ve klasik sevenler, Türk kahvesi yanında Lokum olursa daha fazla memnun olurlar. Bu durumda adet yerini bulsun diye kahveyi, çifte kavrulmuş Lokum ile sunabilirsiniz.
Bayramlarda veya özel günlerde gelen misafirlerinize ise, başka bir şıklık daha yaparak, Likör eşliğinde ikram edebilirsiniz. Genelde Nane Likörü tavsiye ediliyor ama ben Hare’yi de beğendim. Tercih sizin, gönlünüzce zenginleştirin işte!
Ne demiş Atalarımız:
“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane,
Gönül bir dost ister, kahve bahane”